Geçen yıldan beri, bir milyondan fazla insan kara ya da deniz yoluyla Avrupa’ya iltica etti. Yakın zamana kadar her hafta neredeyse on bin kişi Yunan Adaları’na çıkıyordu. Medya bu durumu “göçmen krizi” olarak tanımlıyor. Peki gerçekten ‘kriz’ diye adlandırabilir miyiz bu durumu? Eğer öyleyse, küresel bir kriz mi ve 1951 Mülteci Sözleşmesi bir çözüm sağlayabilir mi?
Durumu kriz diye adlandırmak devletlerin ancak olağanüstü durumlarda alabilecekleri tedbirleri almalarını mümkün kılıyor. Bu söylem kendi problemli sonuçlarını doğuruyor böylece mülteciler, koruma hakkı edinemedikleri ülkelerde kapana kıstırılmış olarak kalıyorlar. Avrupa ülkelerinin meseleyi “Avrupa Kalesi”nin dışında tutma çabası bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir. Dünyadaki mülteci nüfusunun üçte birinin çok az sayıda ülkede bulunuyor olması aslında bu krizin küresel değil, daha ziyâde bölgesel olduğunu gösteriyor.
1950’lere dönüp bakarsak, bu dönemde Mülteci Sözleşmesi ile uluslararası bir mekanizma benimsenmişti, bu sözleşmenin asıl amacı komünist Doğu Avrupa’dan kaçan kişilere bir sığınak sağlamaktı. Başlangıçta Sözleşme, Batılı güçlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde esnek olarak tasarlanmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sözleşme mültecileri, diğer göçmenler gibi Batı ülkelerinin emek gücü ihtiyacını karşılıyorlardı. Savaş sonrasındaki bu dönemde, insan hakları bildirgesi yayınlanmış olsa da iltica hakkı uluslararası bir kural olarak tanınmamıştı.
Sözleşme şu andaki durumun eğilim ve gerçeklikleriyle baş edecek işlevsellikten yoksun.
Profesör Hathaway’in ifade ettiği gibi Sözleşme, “dünyada ilticanın gerçekleşme şekline bakınca gittikçe daha da sıra dışı bir yaklaşım sergiler” hale geldi. Bunun sebebi Mülteci Sözleşmesi’nin içinde şekillendiği tarihsel bağlam olabilir. Sözleşme şu andaki durumun eğilim ve gerçeklikleriyle baş edecek işlevsellikten yoksun. Mesela, şu anda Türkiye’de bulunan yaklaşık üç milyon mülteci Sözleşmenin kapsamına girmekten men ediliyor, çünkü Türkiye Sözleşmenin sağladığı, isteğe bağlı hakkını kullanarak, Sözleşmesel sorumluluğunu sadece Avrupa’dan gelen mültecilerle sınırlıyor.
Korunma meselesine geri dönersek, Sözleşme tam olarak uygulansa bile sorunlar olurdu. Mültecileri yaratan süreçte en çok genel şiddet ve sivillere yönelik ayrım gözetmeyensaldırılar öne çıkıyor. Bununla birlikteSözleşme bağlamında bu tip genel risklerden kaçanların mülteci olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı net değil. Şu andaki mülteci hareketleri genelde bireysel hareketler yerine kitlesel sığınmalar halinde oluyor. Ancak Sözleşme kitlesel sığınma durumlarında uygulanma kabiliyeti bulunduğuna dair ya da ilk bakışta mülteci statüsünün grup olarak tanınıp tanınmayacağı hakkında sessiz kalıyor. Sözleşme, mültecilerin daimi oturma hakkı ile sonuçlanabilecek bir entegrasyon politikasına işaret ediyor; çünkü devletleri “mültecilerin asimilasyon ve yerlileştirilmesini kolaylaştırmaya” davet ediyor. Böylece mülteci akışının hızı ve bu nüfusun genişliği göz önüne alındığında, Sözleşmenin sağladığı bazı haklardan mahrum bırakmak hareketliliği karşılayacak kapasite olmamasının doğal bir sonucu olabilir. Unutmamak gerekir ki nüfus hareketi bazen bazı Avrupa ülkelerinin nüfusunun beş katı büyüklüğüne çıkıyor. Her ne kadar yalnızca bu durum bile tek başına, mültecilerin bir başka yerde koruma araması için makul bir gerekçe olsa da, mülteciler bu kez, güvenli üçüncü ülke ya da ilk iltica ülkesi gibi “mülteciye özel” Sözleşme güvencelerinden yoksun olan bir takım uygulamalar sayesinde kendilerini tekrar ilk varış ülkesinde bulabilirler.
Lefteris Pitarakis/Press Association Images (All rights reserved)
Refugees in Turkey face an uncertain future, as some 3 million of the current asylum-seekers do not fall within the protection of the Refugee Convention.
Adil bir yük-paylaşma mekanizması problemi çözebilirdi. Ama yaptırımı olan bir mekanizmanın yokluğunda, devletlerin küresel fikir birliğine varacaklarını düşünmek neredeyse bir hayal. Geçmişte kitlesel hareketler karşısında ne yapıldığını incelersek, bu konuda küresel bir fikir birliği ve adil bir yük-paylaşma mekanizmasının gerçekleştirilememiş olduğunuanlıyoruz. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) yeniden canlanabilmesi ve olası çözümler için daha büyük girişimler yapabilmesi için de böyle bir fikir birliğine gerek var.
Sözleşme tabii ki makbul bir haklar listesi sağlıyor ancak mültecilerin bu hakları kullanmasını sağlayacak işlevsellikten yoksun. Geçtiğimiz 65 yılda koşullar değişti. Mülteciler artık Batı ideolojilerinin zaferinin simgesi değil. Bunun yerine “teröre karşı küresel savaş” bağlamında birer tehdit unsuru olarak algılanmaktalar. Öyle görünüyor ki AB-Türkiye anlaşmasında gördüğümüz gibi, koruma sağlama ihtiyacının, mültecilerin “takas değeri”ne tabi olduğu koşullarda, Sözleşme’nin sessizliğinin ilerici bir yaklaşımla bozulacağı umudu yakın gelecekte gerçeğe dönüşmeyecek.
Sadece Sözleşmenin tam olarak uygulanması değil, fakat aynı zamanda onu günün koşullarına uygun hale getirebilmek için kapsamlı bir reformun yapılabileceği tarihsel bir anda olabiliriz. Ancak en önemli sorunun henüz cevabı yok: “Bunu yapacak bir irade var mı?”