Sınırda: Türkiye’de seküler insan hakları

Bazen din ve insan hakları aynı noktada buluşamıyor. Din çoğu zaman, toplumsal değişim için kitleleri harekete geçirme konusunda daha başarılı oluyor. Dolayısıyla bazı kişiler, dinin hak hareketlerine meşrutiyet ve etki sağlayacağını düşünüyor. Ancak bir ülkenin çoğunluğunun dini, azınlıkları tehdit ederek insan hakları hareketine el koyduğu zaman ne oluyor?

Bir ülkenin çoğunluğunun dini, azınlıkları tehdit ederek insan hakları hareketine el koyduğu zaman ne oluyor?

Türkiye’de insan hakları kuruluşlarının sayısı az değil, ancak iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) tercih ettiği kuruluşlara güç ve ilgi sağlanması ile seküler oluşumlar ötekileştirildi. AKP’nin iktidara gelmesinden önce çoğu seküler sivil toplum kuruluşu (STK), sadece insan hakları konusuna yoğunlaşmak yerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’e olan bağlılıklarını vurgulamak zorundalardı. Art arda gelen askeri darbelerden sonra insan hakları konusuna herhangi vurgu, devletin şüphelenmesine neden oluyordu. Dolayısıyla çoğu Türk STK insan hakları söylemini kullanmaktan çekiniyordu. AKP iktidarının ilk yıllarında ortaya çıkan seküler STK’lar Kürt hakları, kadın ve LGBT hakları ve yasal haklar konularında çalışıyorlardı. Muhafazakar Müslüman kuruluşlar ise şu anda, çok daha fazla ilgi ve destek alarak, hızlı bir şekilde büyüyorlar.

Çoğu istatistik Türkiye nüfusunun %98-99’luk bir bölümünün Müslüman olduğunu söylüyor. Bu açıdan bakınca bu büyüme normal görünebilir. Ancak Türkiye’de 12-25 milyon kişi (%15-20) civarında bir Alevi topluluğu var ve Aleviler “Müslüman” olarak addedilmek istemiyorlar. Çoğu Sünni de Alevileri Müslüman olarak görmüyor, hatta bazıları kafir olarak damgalıyor. Bu durumda “dinin” bir arada yaşaması ve haklar tartışması oldukça karışık bir hal alıyor. Kimin dini ve hangi tanıma göre? Ve bir topluluğun dini özgürlükleri diğerlerinin özgürlüklerinden daha ağır bastığında ne oluyor?

Türkiye’de yeni doğan İslamcı hareket çoğunlukla politik alanda barışçı ve silahsız olarak kalabildi. 90’lı yılların başında ve ortasında, baş örtüsü tartışması yaygınlaştı ve seküler Türkler, baş örtülü kadınları üniversitelerin ve devlet dairelerinin dışında tutmaya çalıştı.  

Baş örtüsünü destekleyenler, tartışmayı, bir insan hakları mücadelesi olarak tanımladılar ve kısa zamanda baş örtüsü bir sembol haline geldi: Baş örtüsü giyen kadının cezalandırılması İslami hareketin iç dayanışmasını artırdı. Argümanlarını insan hakları dili ile çerçevelediler ve olabilecek tüm seküler alanları kullandılar, buna Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de dahil. Hayrünnisa Gül, eski Cumhurbaşkanı’nın karısı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuranlar arasında en iyi bilinenlerden biri. Bu süreçte İHH ve Mazlumder gibi birçok sivil toplum örgütü kuruldu. Bu kuruluşların her ikisi de baş örtüsünü taktıkları için toplumun dışına itilenler adına sonuna kadar çalıştı.


Demotix/Igino Ceremigna (All rights reserved)

Former Turkish President Abdullah Gul and his wife Hayrunnisa Gul, a well-known applicant to the European Court of Human Rights.


Hatta 2001 yılındaki kuruluşundan beri AKP İslami özgürlükleri kısıtlayan, başta türban olmak üzere her şeye karşı kampanya yürüttü. Şu anda baş örtülü olarak (üniforma giyme zorunluluğu olan birkaç iş hariç) neredeyse her yere girmek serbest. Eylül ayının başında Özgür-Der orta okul ve lise öğrencilerinin baş örtüsü takma hakları için hükümeti ve Milli Eğitim Bakanlığı’nı protesto etti. Protestolar olaysız geçti ancak söylemleri hükümeti sert bir şekilde eleştiriyordu. Buna rağmen herhangi bir şekilde cezalandırılmadılar ya da polis şiddeti ile karşılaşmadılar ve Eylül ayının 3. Haftasında istekleri gerçekleşti. Bu durum muhafazakar Müslüman STK’lar için neredeyse bir kural. Eleştirileri ne kadar sert olursa olsun hükümet bir tepki göstermiyor. Hatta hükümet bu toplulukların isteklerini “halkın istekleri” olarak tanımlıyor ve bu isteklere göre politikalarını değiştiriyor. Buna ek olarak, çoğu STK’nın finansal meselelerinde bir şeffaflık eksikliği söz konusu. Bu nedenle hükümetle ilişkilerinin doğasını ve devletin kaynaklarına olan erişimlerini analiz edemiyoruz. Bu konuda en bilinen örneklerden biri olan TÜRGEV’in yönetim kurulunda Cumhurbaşkanı’nın kızı ve oğlu var.

Hükümet tabii ki birkaç Alevi ve diğer azınlıkların kuruluşları ile işbirliğine gitti ve bunları örnek olarak kullanıyor. Ancak Aleviler iş alma, ev ve diğer fırsatlar konusunda sistematik ayrımcılığa uğradıklarını söyleyerek hükümeti protesto ediyorlar. Diyanet İşleri Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 300 sayfalık bir raporun içinde “Alevi” kelimesi yalnızca bir defa geçiyor. Halkın vergileri ile, Sünni İslam’ı camiler inşa ederek ve Alevi merkezlere imamlar yollayarak yayan, Diyanetin kendisine ise çoğu zaman itiraz ediliyor, hatta bazen muhafazakar Sünniler tarafından bile.      

Bugün AKP, tabanına gittikçe daha sıcak görünmeye çalışıyor ve bu esnada insan hakları konusuna hiçbir değer vermiyor. AKP bu dönemde “aile değerlerini” korumak adına; alkol yasakları, kürtaj yasaları ve yeniden evlenme ve boşanma konularında yasal düzenlemeler yapmak gibi meseleler etrafında yoğunlaştı. Türkiye’deki tartışma konusu baş örtüsünden, otobüslerde, sahillerde, kamuya açık havuzlarda ve okullarda kadın-erkek ayrımına kaydı. Ancak bunu bir ateist, Alevi, Hristiyan ya da dini pratikleri uygulamayan bir Müslüman için nasıl bir insan hakları meselesi olarak çerçevelendirebiliriz? İnsan hakları savunucularının etkin olmak için dini kullanmaları gerekiyorsa ve farklı dinler kilit noktalarda birbiriyle çelişiyorsa, insan hakları eylemcisi sınırın hangi tarafında durmalı?      

İslami taban hareketi, politik çoğunluğu kazandıktan sonra yalnızca kendi çıkarlarına odaklanarak, liberal destekçilerini hayal kırıklığına uğrattı. Ayrımcılığı destekleyen dini mezhepler ile iş birliği yaparken, insan haklarını savunmak, bu meselenin ne kadar karmaşık olabileceğini resmediyor.